Müze kavramının tarihçesine bakacak olursak paleolitik dönem mezarlarına kadar geriye gitmek mümkün. Ardından tanrı ve tanrıçalara armağan olsun diye tapınaklara getirilen kıymetli objelerden oluşan birikimler, zamanla savaş ganimetlerinin sergilenmesi ve sonrasında Mısır’da II.Ptoleme’in İ.Ö 300 yılında bir kütüphane ile birlikte kurdurduğu binada “Muzeum” adının ilk kez kullanılması. Maddi ve manevi olarak kıymetli olanın önce biriktirilmeye, sonrasında sergilenmeye başlanması ile biriktirme ve sergilemenin yapıldığı mekanlara baktığımızda; mezar odasından 21. yüzyıl ikonik müze binalarına uzanan bir süreç.
Müze binaları ve mimari formlarının gelişimi, değişimi ile ilgli ileride yeni yazılar yazacağım. Bu yazımda sadece 2 gün boyunca detaylıca gezip, inceleme olanağı bulduğum Fransa’nın Lyon kentindeki Confluence Müzesi’nden (http://www.museedesconfluences.fr/fr) bahsetmek istiyorum.
Confluence Müzesi, kuruluşu 19. yüzyıla kadar uzanan Lyon Guimet Doğa Tarihi Müzesi’nin zengin koleksiyonlarını daha çağdaş bir mimari yapı içinde, geniş halk kitlelerinin ziyaretine açmak amacıyla inşaa edilmiş olup, müzenin birincil hedefi “kültüre kamusal ulaşılabilirliğin artırılması” olarak tanımlanmış.

Müze adını aldığı terk edilmiş eski sanayi bölgesinin canlandırılması maksatıyla üretilen projenin bir parçası olarak Rhône ve Saône nehirlerinin birleştiği noktada, iki yandan nehir bir yandan da yoğun bir trafik arteri ile sınırlanmış bir alanda konumlanmış.
Tam da bu noktada “Bilbao Etkisi”nden bahsetmek yerinde olacak diye düşünmekteyim. Her ne kadar New York Guggenheim Müzesi, sergilemek için yapıldığı nesnelerden çok kendi mimarisini sergileyerek, mimarlığın işlevi ile sanatın işlevi arasındaki ilişkiyi sorgulamaya açmış olsa da Frank Gehry’nin Bilbao’da tasarladığı Guggenheim Müzesi, inşası ve yoğun ziyaretçi akımının ardından uyandırdığı muazzam bir iktisadi ve kültürel etki ile terk edilmiş, yıpranmış ve yoksullaşmış sanayi bölgesinin paylayan yıldızını tarif etmek için “Bilbao etkisi” kavramını literature kazandırırken, başka kentler için de örnek teşkil etmiştir.
Fransa’nın Lyon kentindeki Confluence bölgesi de benzer şekilde kent merkezinin dışında kalan bir sanayi bölgesi. Coop Himmelb(l)au agency firmasının tasarladığı Confluence Müzesi de bu bölgede “Bilbao etkisi” yaratmış desek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Müzenin ziyarete açılmasıyla hareketlenmeye başlayan bölgede yeni binalarla birlikte mevcut binaların cephelerinde ve çevre düzenlemelerinde yenilemeler hemen göze çarpıyor.
Müze mimarisine dönecek olursak mimarları “21. yüzyılda bir mimarın yapması
gereken, 21. yüzyıla yakışır bir bağlam yaratmaktır” düşüncesinden yola
çıkarak; müzenin sadece koleksiyonlarını ziyaretçilerine sergilediği bir showroom
değil, bilginin paylaşılacağı bir ortam olması gerektiğini savunuyorlar. Confluence
Müzesi üç ana kısımdan oluşuyor: kaide, kristal ve bulut.
Müzeyi oluşturan parçalardan ilki olan «kristal», müzeyi yakın çevresi ve kent
ile biraraya getiren, adeta bir kentsel forum olarak düşünülen ve sergileme
mekânlarına ulaşmayı olanaklı kılan bir giriş holü niteliğinde. Kristalden
geçilen «bulut» kısmında ise sergileme alanları mevcut. Bulut ve kristali taşıyan «kaide» ise adeta
tüm müzeyi ayakta tutan bir podyum. Kaide içinde, çok sayıda kişinin
kullanımına hizmet edecek iki farklı büyüklükte oditoryum ile çevre okullara da
eğitim hizmeti verecek çalışma mekânları ve sergi hazırlıklarının yapılacağı
atölyeler yer alıyor.
Confluence Müzesi, disiplinlerarası bir bilim müzesi. Müze direktörü Helene Lafort Couturier’nin deyişiyle müzenin amacı “insanlık hakkında bilgi üretmek ve yaymak”. Bu müze yerkürenin karmaşık yapısını, başlangıcından günümüze insanı ve yaşadığı coğrafyaları anlamak üzere, arkeoloji, etnoloji ve doğa bilimlerini kapsayan, disiplinlerarası arakesitlerde bilgi üreten bir kurum. Müzenin koleksiyonunda 2 milyon kadar eser var. Bunların ancak 5 bini aynı anda sergilenebiliyor. Kalıcı sergilerin yanı sıra müzede her zaman birkaç tane de uzun süreli geçici sergi mevcut.


Daha önce görmüş olduğum tabiat tarihi müzelerinin daha statik bir yapısı vardı. Zengin koleksiyonlar benzer salonlarda, benzer vitrin ve bölmelerde sergileniyorlardı. Confluence’da böceklerden zürafalara binlerce çeşit hayvan ve tabiata dair pek çok nesne sergilenmekle birlikte salonların ve sergilemenin tasarımları sıkılmadan uzun süreli ziyarete olanak tanıyor. Süreli sergiler de konularının yanı sıra sergileme biçimleriyle de oldukça ilgi çekiyor. 2016’nın Ekim ayında ziyaret ettiğimde süreli sergilerden birisi kutuplarda yapılan araştırmalar ve kutup hayatı üzerineydi. Duvarlara yansıtılan videolardaki penguenleri hemen yanı başınızdaymış gibi hissederken, mekan soğutulmasa da adeta buzların soğuğunu hissediyordunuz.

Müze eğitimi ve toplumsal çalışmalar alanında oldukça yol kat etmiş olan müzede çeşitli yaş gruplarıyla farklı formatlarda eğitim ve atölye çalışmaları gerçekleştiriliyor. Bu etkinlikleri; çocuk atölyeleri, genç atölyeleri, yetişkin atölyeleri, aile atölyeleri, tematik atölyeler, tematik rotalar, özellikli projeler, söyleşiler, konferanlslar, yuvarlak masa toplantıları, konserler şeklinde sıralamak mümkün.
Yine ziyaretim sırasında fark ettiğim, müzenin bir köşesinde oturmuş yazarlık çalışması yapan grup da sorduğumda müzenin programlarından bağımsız çalışmalarını gerçekleştiriyorlardı.
Müzenin üst katındaki terastan yerleştiği alanı daha iyi kavramak mümkün. Tabi ki iki nehrin birleşimini de çok net görebiliyoruz. Müzenin çevresindeki açık alanlar da koşu, yürüyüş ve açık havada vakit geçirmek için ideal.