Daha önce Necati Yalçın Hocamın davetiyle Hanımca Dergisinin kadınlar günü özel sayısında yayınlanan bu yazım, müzelere dair yazdığım bloğumda da dijital olarak yerini alsın istedim. 2021 yılında bizzat sergi ve müze kurma görevlerim olunca blog yazılarım biraz aksadı. Yılın son yazısı bu olsun. 2022 de daha sık görüşmek dileklerimle…
Özel sektörde hem uygulama hem de proje alanlarında yirmiiki yıl mimar olarak çalıştıktan sonra, 2015 yılında çocuk yaşlardan itibaren vaz geçilmez bir tutkum olan müzeler, farklı bir konumda karşıma çıktı. Ankara Üniversitesinde “müze eğitimi” adıyla bir yüksek lisans programı olduğunu öğrendim. O tarihe kadar her fırsatta Türkiye’de ve dünyada yüzlerce müze gezmiştim. Eğitimcilikle de yolum kesişmiş, mimar kimliğimle çocuk ve gençlerin katılımında çeşitli eğitim atölyeleri tasarlamış, yürütücü olarak görev almıştım.
Benim için heyecan verici bu keşfin ardından kırkbeş yaşında yüksek lisansa başladım. O günlerde kızım ilkokul son sınıfta, oğlum ise lisede öğrenciydi. Birden anneleri de öğrenci oldu. Mimar olarak çalışma hayatıma devam ederken bir yandan da müzeler üzerinden eğitim odaklı pek çok şey öğrendim.
Çocuklarımı büyütürken, onların öğrenmelerini okul dışında da sürekli kılabilmek adına tatil günlerimizin vazgeçilmezi, müze, sergi ve ören yerleri…
Batıda 19 yüzyılın sonlarından itibaren okullardaki örgün eğitim ile iç içe devam eden müze eğitimi çalışmaları günümüzde ülkemizde de hak ettiği önemi kazanmak adına oldukça yol kat etmiş durumda.
Arkeoloji, etnografya, sanat tarihi gibi binlerce bazen milyonlarca eser barındıran müzeler, oyuncaklardan, futbol kulüplerine, kent müzelerinden açık hava müzelerine pek çok türüyle kültürü paylaşan, kültürel mirasın nesiller boyu aktarılmasına aracılık eden müzeler…
Dedikten sonra “Evlerimiz de birer müze değil mi?” diye sorsam… Ne dersiniz?
Mesela annelerimizin çeyiz sandıkları. Hatta benim gibi meraklıysanız belki sizlerin de vardır.
İşte o sandıklarda aile yadigarı işlemeler, ipek peştamaller, sırmalı havlular, danteller, delik işleri hepsi birer etnografik eser değil mi?


Ben bu konuda biraz ileri gitmiş olabilirim. Halen anneannem ile dedemin ceviz ağacından yatak odası takımını kullanıyoruz. Çok sevdiğim için evlenirken hediye etmişlerdi. Yaşanmışlıkları olan eski objelere meraklı olunca bir hediye de üniversiteden mezuniyetimde gelmişti. Yine anneannemden; Çanakkale üretimi seramik şekerlik.



Ya fotoğraf albümleri? Onlar da her bir karede geçmişten günümüze mekanlar, nesiller, öykülerle dolu, aile tarihlerinin en somut belgeleri.
Hele bir de varsa çocukluğumuzdan oyuncaklarımız, hatta kumbara bile olabilir. Onlar da oyuncaklarımız değil miydi?



Bizde kumbaralar var mesela; eşimin, benim bir de annemin. Hayat da kumbara misali biriktirdiklerimiz esasında…
Bir de somut olmayan değerlerimizi aktarabiliyorsak çocuklara ve de onlarla geleceğe. Çocukluğumuzda oynadığımız oyunlar, bayram, Hıdırellez, diş buğdayı gibi özel günlerin ritüelleri, yaş almış büyüklerimizden masallar… Üstelik yazıp kaydedebiliyorsak hepsi birer tarihçe hazırlığı…
Benim geçmiş yıllardan biriktirip muhafaza ettiklerime bakarak, lütfen saklayamadığınız benzerleri için üzülmeyin. Eminim farklı bir gözle baktığınızda evinizde saklanmayı hak eden pek çok şey bulacaksınız. Üstelik kumaşlar, örgüler, mobilyalar, oyuncaklarla da sınırlı değil günlük hayatımızın içinde kullandıklarımız. Ahşap mobilyalı kocaman radyolar, kaset çalar teypler, anolog fotoğraf makinaları tarih oldu da ilk cep telefonumuz, disket okuyuculu bilgisayarlarımız olmadı mı?
Sonuç olarak EVLERİMİZ geçmişten günümüze getirdiğimiz hem somut eşyalar hem de soyut değerlerle adeta birer müze… Çok küçük yaşlardan itibaren çocuklara görerek, elleyerek, duyarak rehberlik eden aynı zamanda aile tarihlerimizi barındıran, gelişerek, genişleyerek geleceğe aktaran birer AİLE MÜZESİ…
8 Mart 2020